27 Mayıs 2009 Çarşamba

TÜRK SİNEMASINDA YENİ DÖNEM 1990-2003

1914 yılında Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefenos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı adlı filmle tarihsel sürecine başlayan Türk Sineması, geride bıraktığı yaklaşık doksan yılda birbirinden farklı pek çok döneme girmiş belki de ülkenin geçirdiği toplumsal dönüşümlerin etkisiyle farklı tarzlara kaymıştır. Benim üzerinde durmak istediğim dönemin 1990-2003 yılları arasında olmasının nedeni yaşadığım dönem olmasından dolayı kendimle ilişkilendirebilmemdir. Bu dönemi açıklamaya geçmeden önce kısaca öncesinden bahsetmekte yarar görüyorum.
Bu önceki döneme genel olarak Yeşilçam Dönemi veya Halit Refiğ’in deyimiyle Halk Sineması Dönemi denilebilir. Yeşilçam Dönemi klasik melodramlardan oluşmuştur. Hem güldüren hem ağlatan, bazen gerçeküstücülüğe yaklaşan, düz değil çetrefilli ve rastlantılarla oluşan hikayelerdir. Genellikle bir durumdan çok olaylar üzerine kurulan senaryolara sahiptirler. Yine bu dönemde avantür, erotik ve arabesk filmler görülmüştür. Asuman Suner (Toplum ve Bilim 92,Bahar 2002) melodramların özellikleri olarak başlıca öykünün içerdiği duygusal yoğunluk ve görsel platformda ortaya çıkan aşırılığı göstermiştir. Yine bu aşırılıkları da şöyle tarif etmiştir.”Kahramanların hissettiği güçlü duygular, yaşadıkları acılar, yaptıkları fedekarlıklar, kaderin karşılarına çıkardıkları tesadüfler gerçekte olmayacak kadar aşırıdır.” Melodramların bir başka özelliği de Hollywood Sineması gibi ilerleyen bir senaryo yerine döngüsel bir senaryoya sahip olmalarıdır. Yani çoğunlukla daha önceki duruma dönme isteği yaratır. Buna şöyle bir örnek verilebilir. Filmin başında gözleri gören karakter bir şekilde görme duyusunu kaybeder, filmin sonunda tekrar görmeye başlar.
Önceki dönemi de kısaca açıkladıktan sonra artık asıl konumuzdan bahsedebilir. Bu dönemi Atilla Dorsay Türk Sinemasında Çöküş ve Rönesans Yılları diye adlandırıyor. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz sektör ve gişe olarak önceye göre bir çöküş yaşanmıştır ama sanatsal açıdan tüm dünyaca kabul gören bir başarı sağlanmıştır. Bir yandanda Türk Sinemasının Hollywood Sinemasından, basmakalıp Yeşilçam Sinemasından, saçma avantür, arabesk ve erotik sinemadan kurtuluşu olmuştu.

Yıl Film Sayısı Gösterime Giren
1990 74 12
1991 33 17
1992 39 10
1993 82 11
1994 82 16
1995 37 10
1996 37 10
1997 25 13
1998 22 10
1999 20 14
2000 29 16
2001 19 19
2002 22 11
2003 24 16


Yıl Yerli Film İzleyicisi Yabancı Film İzleyicisi
1978 58.2 milyon 22.5 milyon
1980 37.5 milyon 24.0 milyon
1982 29.2 milyon 32.2 milyon
1984 26.7 milyon 29.5 milyon
1986 20.3 milyon 19.8 milyon
1988 7.7 milyon 12.5 milyon
1990 5.6 milyon 13.5 milyon
1992 3.0 milyon 10.1 milyon
1994 0.3 milyon 9.8 milyon

Yukarıdaki iki grafiği okuyarak Türk Sinemasındaki gişe çöküşünü ve çoğu filmin dağıtımdaki sorunlar yüzünden sinemalarda gösterime girme şansı bile bulamadığını görebiliriz.
Bu çöküşün nedenleri olarak 1980 darbesi ve toplumsal dönüşüm, eski kalıp Yeşilçam Sineması, televizyon ve video, iktisadi koşullar, amerikan yapımları ve eski yapım-dağıtım-gösterim üçlüsünün bozulması gösterilebilir. Yaşanan 80 darbesinin travmatik sonuçlarından biri de sinemamızda görülmüştür. O dönemde çoğu film sansür ve benzeri nedenlerle gösterim şansı bulamamıştır. Bir yandan da halkın iyice evine çekilmesinin sonucu olarak gösterime giren filmlerde boş salonlara oynamak zorunda kaldı. Türkiye bir anda globalleşmenin ve neoliberizasyonun aşırı etkisine girdi ve ani toplumsal dönüşüm sinemayı direk etkiledi. Biraz da bu toplumsal dönüşümle oluşan yeni seyirci artık basit formüllere ve genel olarak duygu sömürüsü denilebilecek Yeşilçam Filmlerinden sıkıldı. Bu dönemde yine hiç bir kontrol olmadan açılmasına göz yumulan özel kanallar zaten iktisadi koşullar nedeniyle dar boğazda olan insanları bir anlamda en ucuz eğlence aracı olan televizyona yönlendirdi. Bunun üstüne bir de video kaset sisteminin Türkiye’de ve Almanya’da çokça kullanılmaya başlanması sinemanın alternatiflerini iyice çoğaltmış oldu. Bu dönemde yaşanan sürekli krizler, yüksek enflansyon rakamları, devaluasyonlar aynı şekilde sinema fiyatlarına da yansıdı. Yüksek bütçeli ve teknik açıdan çok başarılı Amerikan Filmleri tüm dünyayla aynı zamanda Türkiye’de de gösterime girmeye başladı. En sonunda da eski yapım-dağıtım-gösterim üçlüsü çöktü ve yerine auter sinema kavramı geçti.
Bu çöküşle beraber seyirci profili de adeta ters yüz oldu. Eski orta sınıf ve kırsal kesimden oluşan sinema izleyicisi artık koltuğunu daha çok gençler ve öğrencilerden oluşan kesime bıraktı.
Bu yıllarda sinemamıza çeşitli yerlerden yardım eli de uzandı. Kültür Bakanlığı ilk kez 1991’den itibaren sinemaya bütçe ayırdı. Buna göre filmlerin belli miktara kadar olan yapım bütçesinin yarısı kadar olan paranın bir kısmı hibe, bir kısmı ise düşük faizli uzun vadeli kredi olarak yönetmenlere verildi. Ama bu da çok tutarlı olmadı ve hükümetten hükümete mevcut iktisadi duruma göre değişti. Televizyon Kanalları filmlere gösterim avansları verdi. Bazı filmler sponsorluk yoluyla çekildi. Bu dönemde özellikle Efes Pilsen pek çok filme sponsor oldu. Türkiye 1990 yılında Eurimages’e girdi. Eurimages Amerikan Sinemasına karşı ortak Avrupa kültürünü savunan ve sanatsal filmlerin ortak yapımını, dağıtımını, gösterimini destekleyen bir kuruluştur. Eurimages’ten alınan fonlarla Türkiye’de pek çok film çekildi ve bu filmler yurtdışında da çok başarılı oldular.
Biraz da bu dönemdeki yönetmenlerden bahsetmek istiyorum. Günümüzde ve yakın tarihteki sinema kitaplarında Türk Sinemasındaki yönetmenleri genel olarak üç bölüme ayırıyorlar. Bunlara İlk Kuşak Yönetmenler Dönemi, Orta Kuşak Yönetmenler Dönemi ve Yeni Yönetmenler Kuşağı diyebiliriz. Öncelikle Orta Kuşaktan bu döneme kalanlardan bahsetmek istiyorum. Bu yönetmenler genellikle bu dönemde çok başarılı olamıyorlar. Bir kısmı sinemayı bırakıyor, bir kısmı eğitmenlik ve yazarlığa geçiyor, bir kısmı vefat ediyor, film çekmeye devam edenlerde pek başarılı olamıyor. Tam tersi olarak değişime ayak uydurup başarılı filmler çekmeye devam eden az da olsa yönetmenler de var. Bir kısmından kısaca bahsetmek istiyorum. Lütfü Ömer Akad ve Duygu Satıroğlu sinema eğitimciliğine geçtiler. Metin Erksan yazarlığa geçti. Halit Refiğ bu dönemde İki Yabancı ve Kadınlar Koğuşunu yapmıştı. 97 yılında Köpekler Adasıyla da sanki veda etti. Tunç Başaran Piyano Piyano Bacaksız, Kaçıklık Diploması, Sende Gitme ve Abuzer Kadayıf filmlerini çekti. Atıf Yılmaz her dönemde olduğu gibi yine oldukça çalışkan ve etkiliydi. Şerif Gören Abuk Sabuk Bir Film ve Amerikalı filmlerini çekti. Zeki Ökten Güle Güle ve Gülüm filmleriyle başarılı oldu. İrfan Tözüm çok sayıda filme imza attı. Yavuz Turgul Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, Gölge Oyunu, Eşkiya ve Gönül Yarası filmlerini bu dönemde çekti. Ömer Kavur Gizli Yüz, Akrebin Yolculuğu ve Karşılaşma bu dönemdeki önemli filmleridir. Erden Kıral Mavi Sürgün ve Avcı filmlerini çekti. Yavuz Özkan 90’lı yılların başlarında oldukça üretkendi. Yücel Çakmaklı beyaz sinema akımının kurucusu olmuştur. Sinan Çetin dönemin medyatik filmlerle iş yapan yönetmenidir. Orhan Aksoy, Orhan Elmas, Şahin Gök yeşilçam formülleriyle devam ediyorlar.
Yeni Yönetmenler Kuşağınınsa bu dönemde çok daha başarılı ve etkili oldukları söylenebilir. Bu dönemde ilk veya ikinci filmlerini çeken 50’in üzerinde yönetmen sayılabilir. Bu yönetmenlerden özellikle bir kısmı bu dönemde Türk Sinemasını tüm dünyada temsil ettiler ve pek çok ödül kazandılar. Bir kısmı ise sinemalarda tekrar yüksek seyircilere çıkılması açısından başarılı sayabiliriz. İlk başta akla gelenleri kısaca sayacak olursak Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Reha Erdem, Kutluğ Ataman, Yeşim Ustaoğlu, Fatih Akın Ferzan Özpetek, Tayfun Pirselimoğlu, Barış Pirhasan, Ümit Ünal, Semih Kaplanoğlu, Serdar Akar isimlerini söyleyebiliriz. Bunları isimleri çoğaltmak mümkündür.
Türk Sinemasında yeni dönem temalar açısındanda oldukça zengindi. Bu dönemde genel olarak yeşilçam kalıplarından uzak aşk filmleri, yönetmenlerin sorunları, kadın sorunları, taşra sıkıntısı, aidiyet krizi, ruhbilimsel boyutta bunalımlar, düşler, sanrılar ve eski klasik ikililer(fakir kız-zengin erkek) yerine üçlüler(ben-eşim ve diğeri) yönetmenlerin ilgisini çekti.
Son olarak şu anda bir Türk Sinemasından bahsetmek mümkün müdür sorusu etrafında konuşmak istiyorum. Bununla ilgili Ömer Kavur “80’li yıllar Türkiyesi’nde bireysellik yayılarak biraz bu fikirle kendini ifade eden yeni kuşağı etkiledi. Ben de bunu iyi bulmuyorum ama onları eleştirecek değilim. İstedikleri şeyleri yapıyorlar ama aralarında bir bağ göremiyorum” diyor. Yine aynı şekilde Halit Refiğ de “Yeni dönem filmleri sinemayı besleyen ortak bir sistemin ürünleri değildir. Bu filmler, onları meydana getirenlerin kişisel çabaları ve sağlayabildikleri özel imkanlarla yapılmaktadır. Bu filmler yönetmenin adıyla anılır.” diyor. Yine bazı yönetmenler “Yeşilçam öldü, yaşasın Türk Sineması” derken bazıları Yeşilçam mirasını devam ettirdiği görüşündedir. Asuman Suner 1990’lar Türk Sinemasından taşra görüntüleri makelesinin başında 1990’ların başından itaberen varlığından söz edilen yeni Türk sinemasının büyük oranda “aidiyet krizi” ve “taşra kimliği” temaları etrafında biçimlenmiş olduğunu iddia etmiştir. Bu filmlere de Tabutta Rövaşata, Masumiyet, Üçüncü Sayfa, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Vizontele, O da Beni Seviyor gibi örnekler vermiştir. Bu filmlerde genel olarak taşra sadece kasaba yaşamını değil tüm Türkiye’yi tamamen sarmış olduğunu gösterme anlayışı da vardır. Tüm Türkiye’nin taşralılaşmasının nedeni ise gelişmekte olan ülkelerin genel olarak yaşadığı “geç kalmışlık” , “treni kaçırmama” ve “zaten hep geç” gibi duygulardır. Aidiyet krizi ise genel olarak ekstra modernlik kavramı üzerinden açıklanabilir. Ekstra modernlik değişikliklerin zamana yayılarak, önemsenerek değil, birden keskin dönüşler şeklinde yaşanmasından ötürüdür. Zaten Zizek’in de belirttiği gibi genel olarak aidiyet kavramının dayatmacı bir seçimden oluştuğu için bireyde baştan sorunlara neden olur. Asuman Suner’e göre bu filmler de ortak olarak üç özellik bulunur.
Aidiyet krizi ve taşra sorunsalı konuları üzerine biçimlendirilmiştirler.
Mekan ve atmosfer taşra içinde geçen değil, taşrayı yeniden kuran biçimde olmuştur.
Kendi kurmacalığının farkında olmalarıdır. Gerçekçiliğin çok katmanlığı ve karmaşıklığına göndermelerin bulunmasıdır.
Konu hakkında birbirinden farklı fikirleri sunduktan sonra haddim olmayarak kendi yorumumu da yapıp yazımı bitirmek istiyorum. Türk Sinemasında genel olarak auter kavramına geçtikten sonra filmlerin ortak yapım sürecinden geçmediği için ve de gişe dertlerinin çok fazlada olmamasından kaynaklı çok fazla ortak yönlerinin bulunamaması doğaldır. Ama sinema sonuç olarak yaratıcının derdini anlatmasıdır ve bu yönetmenlerde aynı coğrafyanın aynı tarihinde yaşadıkları için kaçınılmaz olarak bazı ortak noktaları bulunmak zorundadır. Bu ortak noktaların filmlerin çoğunu kapsayacak şekilde toparlanması halinde bu özellikleri taşıyan filmlere genel olarak Türk Sineması denilebileceğini düşünüyorum. Bu oluşan ortak noktalar da yeni kuşaklar için filmlerini üzerine kurabileceği bir başlangıç noktasını oluşturabilir. Bunun da “Türk Sinemasına” yararı kesinlikle olacaktır.

KAYNAKÇA
(YY)http://www.kultur.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFFFE5C29E16A7D38088999DEE6B259E049 T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI Kronolojik Türk Sinema Tarihi(1914-1988)
Scognamillo, Giovanni(2003); Türk Sinema Tarihi
Dorsay, Atilla(2004); Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları
Suner, Asuman(2002); Toplum ve Bilim Dergisi 92; 1990’lar Türk Sinemasından taşra görüntüleri: Masumiyet’te döngü, kapatılmışlık, klostrofobi ve ironi
Yusuf, Kaplan(2003); Dünya Sinema Tarihi; Türk Sineması
Vardan, Uğur(2003); Dünya Sinema Tarihi; 1980’lerden Sonra Türk Sineması
Bilgiç, Filiz(2002); Türk Sinemasında 1980 Sonrası Üslup Arayışları

Hazırlayan: Sinan Kadife


The Wrestler

The Wrestler
Yapım: 2008/ABD
Tür: Dram/ Spor
Yönetmen: Darren Aronofsky
Senaryo: Robert D. Siegel
Görüntü Yönetmeni: Maryse Alberti
Oyuncular: Mickey Rourke, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood

Nerdeyse her yıl bir tane görmeye alıştığımız; bir dönemin efsane şarkıcısının veya başka bir sanat dalının üstadının yaşlanıp; bir anlamda köpeğin maskarası olduğu ve sahnede ölmenin onun için aslında en önemli erdem olduğuna karar verdiği klasik biyografilerin iskeleti hiç değiştirilmeden farklı mesleklere uyarlanabilir mi?

Darren Aronofsky büyük bir riski göze alıp bunu bir Amerikan güreşçisine uyarlamaya çalışmış. Bir yandan da Amerikan güreşinin riskli ve seyirci profili biraz farklı olan bir gösteri sanatı olduğunu filmde de gözümüzün önüne sermek istemiş. Ve bütün bunları yaparken de tüm üslubunu değiştirmekten de çekinmemiş. Bir Rüya İçin Ağıt(Requem For A Dream)’deki uçuşan kameralar yerine aslında gayet görkemli olarak da çekilebilecek güreş sahneleri de dâhil olmak üzere nerdeyse film boyunca kamera Randy “The Ram” ‘in ensesinden ayrılmıyor. Müzik dışında hiçbir fazladan şeye yer yok bu filmde daha öncekilerinin tersi olarak gerekli değil diyebileceğimiz tek bir sahne bile yok, bırakın sahneyi aslında burada ışık biraz fazla kullanılmış diyebileceğimiz yer bile zor bulunur aslında. Müzik kullanımı da gereksiz olmuş demek istemiyorum aksine tam yerinde olmuş. Bütün sadeliğin içinde bir renk katmış. Görkemli ve şaşaalı organizasyonlar olan Amerikan güreşleri maçlarının bile bu kadar sade biçimde anlatılması gayet güzel olmuş ve belki de bu şekilde filmde o belgeselvari gerçekçilik yakalanmış. Film boyunca acaba böyle biri gerçekten var mıdır diye ciddi ciddi düşündüğümü itiraf etmek zorundayım. Hazır yeri gelmişken Siyam Balığı(The Rumble Fish)’dan sonra Mickey Rourke ilk kez bu kadar başarılı bir oyunculuk gösterdiğini de söylemek istiyorum.(Özellikle barda Cassidy’le bira içerken yaptığı danslar ve edilen muhabbetin gerçekçiliği beni çok fazla etkiledi.) Bu başarılı oyunculuk ve gerçekçilik de birleşince Randy’nin de gerçekçiliği filmi izlerken sorgulanıyor açıkçası. Bu film izleme sırasındaki sorgulama da filmin başarısını gösteriyor. Mickey Rourke yaptığı her türlü mimik, jest filmle birlikte tekrar anlam kazanmış. Bu da bu tarz gerçekçiliği yakalayabilmiş olan ender filmlerin ortak özelliği oluyor. Bu filmde enseden çekimlerle bir Gus Van Sant Elephant havası hissetsek de samimiyetiyle ve duygulara yer veren tarafıyla bana bir son dönem filmini Sınıf(Entre les Murs)’ı hatırlattı. İki filmin yakaladıkları gerçekçilik de benzetmemi biraz haklı kılıyordur. Ayrıca filmde güreşçiler arasında kurgulanan dövüş sahneleri de bize bir yandan filmin de kurmaca olduğunu hatırlatırken diğer yandan da gerçekliğin çok katmanlı yapısını gözler önüne sermeye çalışıyor.

Filmin ilk yarısı boyunca sadece Randy “The Ram” ‘in tırnak içerisinde dramı üzerine yoğunlaşırken aslında aynı zamanda o ve geçmişi hakkında fazla da bir şey öğrenemiyoruz. Film jenerikten sonra bir öksürük ve 20 yıl sonra yazısıyla başlıyor. Ama tam olarak neden 20 yıl sonra olduğunu bile bilmiyoruz. Bir kızı olduğunu bile bize striptiz kulübünde çalışan arkadaşı Cassidy Randy’nin kalp krizi geçirdiğini öğrendikten sonra söylüyor. Aslında bunu öğrendikten sonra geçmişini hiç merak etmediğimi fark ediyorum. Çünkü geçmişinde olanlar zaten magazinsel olduğu için hep bizim gözümüzün önünde olmamış mıydı? Ama bize filmde artık onun bize gösterilmeyen hayatında neler olduğu sunuluyor. Buradan şöyle bir eleştiri de çıkartılabilir onu siz çıkarttınız, yükselttiniz ve şimdi düşmüş bir şekildeki ölümünü de büyük bir zevkle izleme keyfini çıkartabilirsiniz.

Randy yaptığı küçük müsabakalardan kazanması gereken parayı kazanamadığını ilk sahnede görüyoruz. Sonra kaldığı karavan tarzı yerin kirasını ödeyemediğini anlıyoruz. Ev sahibi kapıları kilitlemiştir ve ona arabasında yatmaktan başka çare kalmamıştır. Sabah kaldığı yerde yaşayan veletler tarafından uyandırıldıktan sonra ev sahibiyle konuşur ve biz buradan aslında bu olayın artık bir ritüel olduğunu anlarız. Randy kirasını sık sık ödeyemiyordur. Sonraki sahnede de süpermarkette eşya taşıyan Randy’i gördüğümüzde “20 yıl öncesine” göre dibe vurduğunu artık kanıksarız.

Artık tüm Amerika Randy “The Ram” ‘in nintendo Amerikan güreşi oyununu oynamıyordur, artık PS3lerde Call Of Duty 4ler gençlerin ilgisini çekiyordur. Zaten Randy de artık eskisi gibi güreşmiyordur. Sadece hafta sonu küçük maçlar yapıyor, hayranlarıyla para karşılığı fotoğraf çektiriyor ve süpermarkette hamal olarak çalışıyordur ve zar zor geçiniyordur. Bu esnada yaptığı ilk ciddi Amerikan güreşinden sonra kalp krizi geçirip güreşi de bırakmak zorunda kalır.

Güreşin yerini doldurmak için de ilk başta striptiz kulübünde çalışan hoşlandığı kıza Cassidy’e gider. Cassidy de aslında biraz onun gibidir.(ki gerçek ismi Pam ve “The Ram”le bir benzerlik kurulmak istenmiş sanırsam.) O da artık striptiz kulübünde çalışmak için yaşlanmıştır ve müşteriler tarafından beğenilmiyordur. Onun en çok yaşama bağlayan şey ise 9 yaşındaki oğludur. Cassidy kendisini bir striptizci olarak gördüğünü düşündüğü için Randy’i kendinden uzaklaştırır ve aynı kendisinin oğluyla hayata bağlanması gibi Randy’i de kızıyla barışması için yönlendirir. Barışma için hediye alırken ona yardım da eder ve bu onları daha çok bir araya getirir. Fakat Cassidy’nin müşterileriyle ilgili kırmızıçizgileri değişmez. Randy kızıyla barıştığı gibi Amerikan güreşini bıraktığını artık emekli olduğunu telefonda söyler. Ama hem Cassidy tarafından reddedilip hem de Cassidy’nin yardımıyla kazandığı kızının güvenini de aynı hızla kaybedince (iyi bir baba olamayacağı da kesinleşmiş olur) aslında hayatında hayranları dışında değerli bir şey kalmadığını görmüş olur. Bundan sonra son çare olarak kendisini süpermarketteki kasaplık işine verir. Bunu da işe başladığı ilk gün yerine geçene kadar gelen seyirci seslerinden anlayabiliriz. Fakat çare yoktur Randy kasaplık yaparak bundan sonra kendisini tatmin edemeyeceğini anlar, gerekli yaşama enerjisini bulamayacaktır.

Sonunu bilerek (herkesin bildiğini düşünerek filmin sonunda bile kesilmiş bize siyah ekranı doldurması bırakılmıştır.) son bir güreş maçı daha yapmaya karar verir ve ironik olarak profesyonel hayatını bitiren Ayetullah’la yaptığı maçın bir rövanşı olacaktır bu maçta. Buradan Ayetullah’la yaptığı maçları göz önüne alarak Randy Amerika’yı temsil ediyor demek bana çok saçma geliyor açıkçası ama ironik olarak Allah’ın sözü anlamına gelen Ayetullah’la ölüm bir arada kullanılmak istenmiş olabilir sanki.

Sonuç olarak Randy hayatında güreşin ve seyircilerin tezahüratlarının yerine koymaya çalıştığı hiçbir şeyde başarılı olamaz ve hiçbir zaman da olamayacağını görmüş olur. Bunlar olmadan bir hayatın zaten onun için hiçbir anlam ifade etmeyeceğinden ölecek olması da onun için çok fazla dert değildir. Zaten artık bu dünyada ihtiyarlara yer yoktur. O da kendisi tanıyan ve seven son insanların gözleri önünde sahnede bir veda hazırlar kendine son konuşmasını yaparak.
Hazırlayan: Sinan Kadife



Yasak Bölge (La Zona)


Yönetmen: Rodrigo Plá
Senarist: Rodrigo Plá – Laura Santullo
Yapım: 2007 – Meksika
Görüntü Yönetmeni: Emiliano Villanueva
Müzik: Fernando Velázquez
Oyuncular: Daniel- Daniel Giménez Cacho; Mariana- Maribel Verdú; Miguel- Alan Chávez; Alejandro- Daniel Tovar; Gerardo- Carlos Bardem


Basit bir hırsızlığı tahayyül edelim. Evimize biri veya birileri giriyor ve bize ait bir şeyleri bizi öldürmek pahasına almak istiyor. Bu durumda eve giren kişiyi öldürmek veya bir diğer söyleyişle “nefsi müdafaa” normal karşılanabiliyor. Peki, bu olayı büyük bir sitede insan avına çevirirsek o zaman vicdanımız biraz sızlıyor değil mi? Bu bakımdan benim iddiam Yasak bölge(la zona) filmi bize fazla sezdirmeden mülkiyet hakkını da sorguluyor.

Meksika’da varoşların arasından; dev duvarlarla ve inanılmaz güvenlik önlemleriyle ayrılmış bu kapitalizmin son noktası denilebilecek ütopik site; kendisini dışarıdan tamamıyla izole etmiş ve sözde demokratik bir şekilde yönetiliyor. Özel güvenlik görevlileri tarafından korunan ve 7/24 her tarafı güvenlik kameralarıyla izlenen bu yere bölge polisi bile izin almadan giremiyor. Ama öte yandan çalışan işçiler ve güvenlik görevlilerinin, dışarıdan alınması emek sömürüsünü ironik bir şekilde gösteriyor. Sitede insanlar tamamen dış dünyayla bağlantılarını koparmıyorlar ve geri dönüştürülebilir bir sistem içinde değiller. Yani aslında ütopik değil distopik demek daha doğru olabilir.

Filmin başında jenerikle beraber sitenin inanılmaz güzelliğini görmeye başlarız. O huzurlu ve nezih ortam başta hoşumuza gidebilir ama enteresan şekilde baştaki bu görüntüler aslında hikâyenin en sonundan bir kesittir. Aynı görüntüleri o zaman gördüğümüzde hoşumuza giden görüntünün aslında tam tersine döndüğünü ve baştaki hoşlanma duygusunun tiksintiye dönüştüğüne şahit olacağız. (Burasını Kuleshov deneylerine benzettim açıkçası aynı görüntülerin farklı çağrışımlar yaratması durumundan ötürü.)

Bundan sonra hikâye başa döner ve fırtına altındaki sitemizi görürüz. Her ne kadar tamamen güvenlikli olsa da duvarın hemen dibindeki tabelanın fırtınadan yıkılması ve duvarı delmesi bütün koruma zırhını da delmiş olur. Sanki onun yıkılmasını bekliyormuş gibi oralarda çaldıkları malın hesabını yapan üç genç de içeri nasıl dalacaklarını bilemezler? Ve Hansel ve Gretel’in cadının evini yemeğe başlamaları gibi hemen evin birine girip hırsızlık yapmaya başlarlar. İlk girdikleri evde ev sahibi tarafından fark edilince onu da öldürürler. Sonra bir alarm sesi duyarız ve başkarakterimizin huzurlu uykusundan ürpererek uyanışını görürüz. Bu uyanış sanki bize olacakların önceden habercisi gibidir. Alejandro aslında yaşadığı sitenin de bir rüya olduğunu film içinde kendi kendine öğrenecek ve ürpererek rüya ama aynı zamanda bir kâbustan uyanacaktır.

Alejandro kalktığında babasını silahını hazırlarken bulur. Filmin aslında en garip yanı bu kadar güvenli bir ortamda yaşayan bu insanların, bu kadar çok silaha sahip olmasıdır. Bunu da orada yaşayan insanların zaten genel olarak güvenlik duygusunu abartmış insanlar olmasına bağlayabiliriz. “Yoksa hiç kimse dev duvarların arasında 24 saat gözlenen bir yerde oturmak istemez herhalde.” Sonradan Alejandro ve babasıyla sokağa çıktığımızda silahını kapanın oraya gittiğini görürüz. Olay yerine vardıklarında birileri olayı açıklamaya çalışırken ki her şey ortadadır, Alejandro’nun ilk kez böyle bir olay görmüş olduğunu anlarız.(adeta bir yaşına daha girmiştir.) Eve giren iki hırsız çocuk, ev sahibi ve bir güvenlik görevlisi ölmüştür. Hırsızlık yapılan evdeki hizmetçiden hırsızların üç kişi oldukları öğrenildiği anda, işler çığırından çıkmaya başlar. Bu arada bir de üstünde durulması gereken suçsuz güvenlik görevlisinin bir site sakini tarafından yanlışlıkla vurulması durumu var. Site içerisinde öyle bir ortam var ki yanlışlıkla güvenlik görevlisini vuran adamın üzülmesi, sitenin diğer sakinlerine geldiği kadar bize de garip geliyor. Site sakinleri olayı tamamen örtbas etmekte gecikmiyorlar. Sonra rahatsız edici bir polis direk sitenin kapısında bitiyor ve sanki her yer güllük gülistanlık sadece burada problem varmış gibi içeri girmek istiyor. Site sakinlerinden öne çıkan üçü polisle konuşarak içeri girmesine engel olurlar. Birisi Alejandro’nun babası(Daniel), sert erkek gibi bir kadın(Andrea) ve yine iri yarı duygusuz bir adamdan(Gerardo) oluşan üç kişinin sitenin sözde demokrasisinde diğerlerinden biraz daha ön planda olduklarını anlayabiliriz. Gerardo polise çok düşük bir rüşvet önerir ve polis biraz da olsa gözümüze girerek kabul etmez ama tekrar dönecektir. Evlerine dönerlerken de Alejandro, yarın doğum günü olduğunu hatırlatır babasına.

Daha sonra okulun spor salonunda tüm site sakinlerini toplanmış görürüz. Çoğunluk sağlanmıştır ve toplantı açılır. Şiddetli ya da kanlı saldırılar yüzünden bölgemiz sakinleri, kanunla sağlanan tüm yasal haklarını, otomatikman kaybedeceklerdir. Yasanın bu maddesinin okunmasıyla bizde olayın neden bu kadar önem arz ettiğini anlamış oluruz. Toplantıda da nefsi müdafaa adı altında insan avını sözde demokratik bir şekilde, biraz da zorla geçirirler. Bu sayede olayı rahatlıkla örtbas edebileceklerdir. Yine bu arada kesilmeye başlayan ve film boyunca belirli aralıklarla kesilen elektrik, artık sitede hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını gösterir sanki. Toplantıya Alejandro ve okul arkadaşları da gizlice tam da insan avı kararının alındığı esnada girerler. Hatta bu karardan aldıkları gazla ergenlikteki o gençlerin de insan avına katılmaları ve ailelerine paralellik göstermeleri gerçekten insanlık adına üzücüdür hatta bize biraz “Sineklerin Tanrısı” kitabını da hatırlatır.

Sonra da iğrenç bir pazarlığa şahit ediliriz. Ölen güvenlik görevlisinin eşini de parayla kandırmaya çalışırlar ama bu sefer de tıpkı ilk başta polisin rüşveti kabul etmeyişi gibi kadın da sanki onlara her şeyin parayla satın alınamayacağı dersini verir. Sömürülen eşinin en azından cesedini almayı başarır kadın ama otopsi yapılmaması şartıyla. Sonra yine negatif bir tesadüfle kadın ve ölen eşinin cesedi siteden çıktıkları anda giriş izni alabilen polisler de siteye girerler.

Sonra Alejandro’nun doğum gününe gideriz ve annesinin sanki olacakları biliyormuş gibi doğum günü hediyesi olarak verdiği kamerayı görürüz. Doğum günü bittiğinde de Alejandro babasının yanına gider ve orada polisin yaptığı araştırmanın başında dururlar. Rahatsız edici polisimiz burada bir olay olduğuna emindir. Ve kendince olaya ait ufak tefek deliller de bulunur. O anda evinden polise her şeyi anlatmak için çıkan güvenlik görevlisini yanlışlıkla öldüren adam da Alejandro’nun babası tarafından ustalıkla önlenir. Sonrasında ise babasının Alejandro’yu yapılması gerekenin bu olduğu konusunda ikna etmesini görürüz.

Eve geldiklerinde site sakinlerinin onların evinde insan avının nasıl olacağına dair yaptıkları planları görürüz. Annesi aklı baliğ az sayıda insandan biri olduğunu gösterir ve bu durumun çok iğrenç olduğunu suratlarına tokat gibi çarpar.

Alejandro, annesinin konuşmasından etkilenmiştir ama o da arkadaşlarına söz vermiştir. Mecburen zıpkınını alıp katılacaktır insan avına, fakat bu noktada olaylar tersine dönmeye başlar. Avın aslında onların bodrum katında saklandığını fark eder ve onu kıskıvrak yakalar ama o anda hem annesi hem vicdanı ağır basar ve çocukla enteresan şekilde kısa sürede arkadaş gibi olurlar. Bu noktadan sonra Alejandro sadece arkadaşının siteden kurtulmasını istemektedir. Miguel yani sitede kalan son hırsız siteden kaçma girişiminde bulunsa da başarılı olamaz. Bu arada polis baskısından dolayı site sakinleri durumu iyice abartıp şüphelendikleri kişilerin hayatlarına iyice müdahale etmekten çekinmezler. Bu da sanki sözde demokrasiden direk baskıcı yönetim şekline geçiştir, darbe olmuştur.

Buna paralel olarak da rahatsız edici polisimiz çocukların cesetlerini ve işine yarayacak daha sağlam kanıtlar bulur. Birkaç polis arabasıyla siteyi anında da felç etmesini bilir. Ama amiri olayı yüklü bir meblağ karşılığı görmezden gelebileceğini söyler ve bununla da yetinmeyip rahatsız edici polisimizi de uyguladığı şiddetle ilgili dosyalarla tehdit eder. Yine enteresan şekilde rahatsız edici polisin olayı kabul edemeyişini görürüz. Bunu da polisimizin de fakir mahallelerden yetişmiş olmasına ve içinde tutamadığı zenginlere karşı bir hırsı olduğuna bağlayabiliriz. Çıkarlarken de Miguel polis arabasından yardım istemesine rağmen paranın adeta körleştiren görmemezlikten gelme etkisini anında fark ederiz. Siteden çıktıkları gibi kendisine tüküren Miguel’in annesini de şiddet dosyalarına nazire yapar gibi fena bir şekilde döver rahatsız edici polisimiz.

Miguel yine site sakinlerinden kurtulup Alejandro’nun evine saklanmayı başarır. Bundan sonra Alejandro bir çözüm yolu bulur. Kameraya Miguel’in itirafını ve durumla ilgili konuşmasını kaydeder. Bunu da daha önce sözü edilen eski komşuları ünlü avukata gönderecektir. Fakat tam bu nokta da babası Miguel’i fark eder ve yakalayıp site sakinlerine haber verir. İnsanların spor merkezine toplanmalarını isterken özellikle Gerardo ve Andrea’nın tahrikleriyle çocuk çok iğrenç bir şekilde linç edilir. Bu linç sahnesinin çok çarpıcı olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar teatral ve mekanik gözüken kısımları olsa da özellikle en sonunda herkesin “ne yapıyorum ben” dercesine çekilmeleri ve mahvolmuş cesedin kadrajda kalması çok güzel olmuş. Hatta dökülen kanda uzun süre sokakta kalır. Bunu da sanki Miguel’in kanı yerde kalacak. Kimse onun akıbetini bile araştıramayacak şeklinde yorumlayabiliriz. Daha sonra evde babasının Alejandro’nun çektiği görüntüyü izleyip kahroluşunu görürüz.

Sonrasında da çöp poşetine konup çöpe atılmış arkadaşını, Alejandro alır ve jenerikte geçen görüntüyü tekrar görürüz.(Bu sefer tiksinerek, hala nasıl yaşayabiliyorlar burada diyerek) Arkadaşını mezarlığa götürüp yine defnedilmesini parayla çözen Miguel bir yandan da ilk kez dış dünyayı görmüş olur. Matrix filmindeki Neo gibi o da gerçek dünyayla tanışmıştır. Ama burjuva özelliklerini de kaybetmez hala cipinden pek inmez parasını verip arkadaşını gömdürür. Sonra Miguel’in tanıyanlara haber vermek ister ama parayı alan polisler onları da sindirmeyi başarmışlardır. Son sahnede bir köşe başındaki seyyar tezgâhtan cipinin yanında yemek yerken Alejandro’yu görürüz ama son aslında bize fazla fikir vermez acaba Alejandro geri dönüp sitedeki hayatına devam mı edecektir yoksa artık o hayatı tamamen terk mi edecektir?

Genel olarak filmin yeni yaşam tarzlarını artık ülkemizde de görülen bu site anlayışını sorguladığı kadar bir Susuz Yaz filmi kadar mülkiyet hakkı sorunsalı üzerinden de geçiyor. Emek sömürüsünü de yine mülkiyet hakkı kadar sezdiriyor. Çalışan işçilere çok göze batan kötü bir davranış olmuyorsa da (bir takım davranışlar var anahtarlarının alınması gibi) ölen bir işçinin hiçbir değeri olmadığını direk gösteriyor. Eski kölelik sisteminde insanlar kölelerine ölmemeleri için iyi bakarlarmış; ama yeni sistemde hem köle muamelesi gören işçilerin hem de hayatlarının hiçbir değeri yok; çünkü aynı ücretle yerini alabilecek dışarıda bir sürü potansiyel işçi bekliyor. Bu ikiyüzlülüğü de görebiliyoruz. Bu sitede yaşayan insanların, aslında dışarıda korktukları insanlar kadar nasıl vahşileşebileceklerini gerçekçi şekilde sunması bakımından takdire şayan buluyorum. Ayrıca film boyunca birkaç sahne dışında gerilimin hiç düşmemesi ve yoğunluğunun çok iyi ayarlanması da seyir zevkini arttırıyor. Filmin içinde tam olarak iyi bir karakterin olmaması ve sürekli bir izleme, izlenme tadı olması(güvenlik kameraları yardımıyla) değişik bir hava yaratmış. Gerçekliğin çok katmanlı yapısını da göz önüne getiren yeni bir gerçekçiliktir. (Son dönemlerdeki filmlerde sık sık kullanılmaya başlandığını farkedebiliriz.) Sonuç olarak izlenmeye değer bir film ve insanı tıpkı Alejandro’nun bundan sonra ne yapacağını göstermediği gibi izleyicisini de ne yapacağımızı bilemez bir halde bırakıyor ve düşünmeye itiyor. İzlemeyenler için iyi seyirler.

Hazırlayan: Sinan Kadife

11 Şubat 2009 Çarşamba

Selam Olsun Sinemadan Çıkmış İnsanlara!

"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona birşeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar... Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar..."

Aylak Adam - Yusuf Atılgan